İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un görevden alınması belki birçok insan için sürprizdi ama benim için hiç değildi.
Daha 19 Mart sabahından itibaren içime, “Galiba gidiyor” cümlesiyle özetleyebileceğim bir kuşku düşmüştü.
Çünkü o sabah tam anlayamadığım bir olay olmuştu.
Gelin şimdi 19 Mart 2025 sabahına dönelim.
O sabah, İstanbul’un seçilmiş Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı saatlerde bir başka polis ekibi de bir başka kişinin evine gidiyordu.
Bu kişinin adı Serdar Haydanlı’ydı.
Adı, o sabah İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nce medyaya açıklanan gözaltına alınanlar listesinde vardı.
Ancak onun Emniyet’e getirildiği andan itibaren ilginç şeyler yaşanmaya başlandı.
Gözaltına alınanlar binanın alt katlarında bir yerlere götürülürken, Haydanlı direkt olarak Emniyet Müdürü’nün odasına alınmış ve kendisine çay ikram edilmişti.
Çünkü Haydanlı daha Emniyet’e götürülürken, “devlet içinden” bir kişi veya kişiler Emniyet’i ve savcılığı aramış, onu özel korumaya almıştı.
Nitekim binaya gelir gelmez kendisine çay ikram edilmiş, biraz sonra da serbest bırakılmış, evine dönmüştü.
Ancak aradan geçen o çok kısa süre içinde çok ilginç bir şey oldu.
Sabah ve Demirören grubuna ait yayınların bir bölümünde “Haydanlı’nın gözaltına alınması” haberi -sanki bir talimatla- özel olarak büyütülmüş ve verilmişti.
Onlarca insan evinden götürülürken, Sabah ve Demirören grubu özellikle bu kişi üzerine fokus olmuştu.
Mesela, Sabah gazetesi, “Kim bu karanlık adam” diye soruyordu. Haberine göre “İBB’nin bütün algı operasyonlarını yapan kişi bu Serdar Haydanlı’ydı…”
Haber bir süre iktidara yakın bu iki grubun haber sitelerinde aynen durdu.
Ancak bir süre sonra nedense iki grubun da haber sitelerinde onunla ilgili bütün haberler yayından kaldırıldı.
Sadece kaldırılmadı, aynı zamanda sitelerin kayıtlarından da silindi.
Belliydi ki, güçlü birileri devreye girmiş ve ‘Siz ne yapıyorsunuz’ diye uyarmıştı.
Ancak o sabahki hengame içinde herkesin gözünden kaçan bu gelişme yaşandı:
Sitelerden sildirilen haber, Ankara veya İstanbul’da, “birileri” tarafından CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e sızdırıldı.
Sızdıranlar sadece bu olaya dikkati çekmediler. Özel’e aynı zamanda bir de belge ilettiler.
İşte bu belge, altında İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un imzası bulunan bir “genelgeydi…”
Altun bu genelgesinde, “Cumhuriyet’in 100’ncü yıl kutlamalarında Serdar Haymanlı’nın şirketi ile iş birliği yapılması” talimatı veriyordu.
Yani İstanbul Büyükşehir’e “naylon fatura kesiyor” diye gözaltına alınan kişi, aslında İletişim Başkanlığı ile iş birliği yapan bir şirketin sahibiydi.
Başka deyişle, bu kişi İletişim Başkanlığı’nın bir nevi iş ortağıydı.
Bu genelge, devlet yönetiminde pek rastlanan bir uygulama değildi.
İmamoğlu’na karşı kullanılmak istenen bir olay, bir anda bumerang gibi İletişim Başkanlığı’nı vuruyordu.
O nedenle, devlet içinden bir kişi veya kişiler anında devreye girmiş ve Haymanlı, alt katlara indirilmeden, Emniyet Müdürü’nün odasından serbest bırakılmıştı.
Ama yine devlet içinden veya iktidara yakın kesimden birileri de devreye girerek, bu olayı Ana muhalefet partisi genel başkanına iletmişlerdi.
Nitekim olay ortaya çıkınca, Fahrettin Altun’un “İş birliği yapın” dediği Haymanlı, yeniden gözaltına alınmak zorunda kalınmıştı.
Böylece iktidar kanadı ve devletin içinde Fahrettin Altun’a karşı olan bir çevre, çok önemli bir kozu ele geçirmişti.
“Haymanlı-Altun” ilişkisi dosyasının kapanıp kapanmadığını önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Bu çevreler Özgür Özel’e sadece olayı ve belgeyi anlatmakla kalmadılar.
Ayrıca bir de dedikodu fısıldadılar.
Buna göre Altun, Haymanlı’nın gizli ortağı olabilirdi.
Ancak bu söylentiyi doğrulayacak herhangi somut bilgi, belge yoktu ve bugüne kadar da yok…
Yine de bu mermi Altun’u yaralamıştı ve bunun devamı gelecekti.
Bütün bunlar olurken, AKP içinde ve devletin bazı kademelerinde Fahrettin Altun’la ilgili şikayetler artık açıkça dile getiriliyordu.
Aynı şekilde gazetelerin yazı işleri masalarında ve televizyonların rejilerinde de Altun’un üçüncü ve dördüncü derece adamlarının direkt müdahaleleri artık bunaltıcı hale gelmişti.
Şikayetlerin en fazla dillendirildiği yerlerden biri Sabah grubuydu.
Ondan bir süre önce muhalefetin etkili isimlerinden Levent Gültekin bazı televizyon kanallarında görülmeye başlamıştı.
Sabah grubunun önde gelen isimleri, geçmişte Serhat ve Berat Albayrak aleyhine yorumları bulunan Levent Gültekin’in, Altun’un izni olmadan bu kanallarda ekrana çıkamayacağına inanıyordu.
Nitekim bunu izleyen günlerde Sabah gazetesinde direktt Fahrettin Altun’u hedef alan iki üç yazı yayımlandı.
Sabah grubu ile İletişim Başkanlığı arasında açık savaş başlamıştı.
Bu söylentiler iyice yayıldıktan sonra Altun, kendi imzasıyla zehir zemberek bir açıklama yayınladı ve bu söylentileri dile getirenleri çok sert dille suçladı.
Ama bu açıklamanın her satırında, büyük bir telaşın işaretleri vardı.
Belli ki birileri Altun’u fena halde öfkelendirmiş ve o da herkese yukarıdan bakan kibrini ve görünüşteki serinkanlılığını kaybederek bu açıklamayı yapmıştı.
Artık bütün işaretler Fahrettin Altun’un suyunun ısındığını gösteriyordu.
AKP medyası, parti ve devlet içindeki bu “iletişim savaşında” Fahrettin Altun mevzilerini tek tek kaybediyordu.
Fahrettin Altun’u götüren tek neden bu muydu?
Tabii ki değil.
Ancak diktatörlüklerde görülen bir “İletişim Başkanlığı” sistemi kurmuştu.
Medyanın neredeyse yüzde 90’ı direkt onun kontrolündeydi.
Adamları, televizyonların reji odalarına bile yayın sırasında müdahale edebiliyordu.
Peki sonuç?
Neticede yarattığı bu sistem, kontrolündeki bütün medyanın itibarını ve inandırıcılığını kaybetmesine yol açtığı için, iktidarın hiçbir işine yaramayan bir korku imparatorluğuna dönüştü.
Bunun sonucu ne oldu?
19 Mart’tan beri Altun’un direkt kontrolündeki bütün medyanın, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en ağır propaganda faaliyetine rağmen, sonuç tam bir hüsran oldu.
Neredeyse bütün anketler şunu gösteriyor:
Halkın yüzde 60’ı bu operasyonların hukuki değil, siyasi olduğuna inanıyor.
Bu da bir anlamda, Altun’un kurduğu ve adını “Türkiye İletişim Modeli” koyduğu, aslında apaçık bir “Stalinist model” olan iletişim aygıtının iflasıydı.
İletişim Başkanı 20’inci yüzyılın ilk 50 yılına ait demode ve hiçbir işe yaramayan bir “propaganda bakanlığı” sistemiydi.
Kontrolündeki ve emrindeki medyaya nasıl baktığını da önceki gün yayınladığı veda mesajında açıkça ele verdi.
Şu cümleleri dikkatle okuyalım:
“Türkiye İletişim Modeli’nin inşası sürecinde hep birlikte emek verdiğimiz çalışma arkadaşlarıma ve hakikat mücadelesinin yılmaz neferleri olan tüm medya mensuplarına can-ı gönülden teşekkür ediyorum.”
“Yılmaz neferler…”
Yani emrindeki bütün medya mensupları, “yılmaz” birer “nefermiş…”
Bu durumda Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan hangi ordunun yılmaz neferiymiş…
Ahmet Hakan’la uzun yıllar birlikte çalıştık. Öyle nefer olacak bir insan değildir.
Eminim çok içerlemiştir bu veda mesajına…
Diyeceğim, İletişim Başkanı giderayak iktidar medyasında çalışan bütün gazetecilere ve yöneticilere en büyük hakareti yaptı.
Hepsinin cebinde onun imzasını taşıyan basın kartları var. Ama o imza bu insanları bir davanın yılmaz neferi yapıyorsa, gazetecilik özelliklerini kaybetmişler demektir.
Evet sadece bu veda cümlesi bile, kurduğu sistemin korku yüzünü ve gazetecilere hangi gözle baktığını açıkça ortaya koyuyor.
Yerine gelen Burhanettin Duran, Sabah gazetesindeki dış politika yazılarını ilgiyle okuduğum bir insan.
Hakkında hep olumlu şeyler okudum, duydum. Üslubu hep saygılıydı.
Bu göreve farklı bir üslup ve yaklaşım getireceğini tahmin ediyorum.
İnşallah aynı hatalara düşmez.
Bu değişim, iktidar yanlısı gazetelerdeki arkadaşlarımızı da rahatlatacaktır.
Ankara’daki İletişim Başkanlığı binasının önünden her geçişimde, bakanlıkları bile ezen bu yapı gözüme bir Fantoma Şatosu gibi görünür.
1984 romanının kahramanı Winston Smith’in çalıştığı “Hakikat Bakanlığı” gelir aklıma…
Yani otoriter rejimlerin propaganda fabrikası…
Umarım ki Sayın Duran o korku imparatorluğunu yıkar ve yerine, gazetecileri birer nefer olarak görmeyerek, İletişim Başkanlığı’nı gerçek anlamda bir kamu bilgilendirme platformu haline dönüştürür.
Bu tutum, iktidar medyasının kaybolan itibarını da yeniden elde etmesini sağlayabilir.
Bu arada iki videonun medyaya servis edilmesi de gidişini hızlandırdı.
Birincisi TUSAŞ baskınında teröristlerin görüntülerinin yayınlanmasıydı.
Gerçi görüntüler Emniyet’ten sızdırılmıştı ama Altun bunların kontrolü altındaki reji odalarına gitmesini çok geç fark etti.
İkincisi ise Öcalan’ın İmralı’da çekilen sesli ve görüntülü mesajının medyaya servis edilmesiydi.
Görevden alınma kararının kendisine tebliğ edildiği saatlerde, adamları bütün reji odalarını ve haber merkezleri arayıp bu görüntülerin kullanılmaması talimatı veriyordu.
Ama artık çok geçti.
Emin olun, bu Cumhurbaşkanı için de devlet için de AKP için de iktidara yakın medya için de muhalefet için de en yararlı iş olur.
Yani ülkemiz için iyi olur.
Son bir bilgi…
Dün Sabah grubu yayınlarında, İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un ayrılışı ile ilgili tek satır haber yoktu.
Demek ki görevden gidişini haber değerinde görmemişler.
Bu da kazanan tarafın kim olduğu konusunda bir fikir veriyordu.
Cuma
28 °
Cumartesi
28.7 °
Pazar
30.2 °