Ahmet Taşgetiren


Diyanet iğneyi çuvaldızı kendisine batırırsa…

Şimdi elimizi vicdanımıza koyup kendi kendimize söyleşelim: Ses getiren hutbeler acaba bizim nefsimizi mi okşuyor? Bize ötekileştirdiğimiz toplumun diğer bir kesimine karşı zafer duygusu mu veriyor? Biz insanları camiye çekecek işler mi yapıyoruz; yoksa camileri boşaltmaya mı çalışıyoruz?


Cuma günü Cuma namazını İlahiyat Camiinde kıldım. Camiye namazdan yarım saat kadar önce vardım. Bir sohbet olursa dinlerim, dedim.

Bir kişi kürsüye çıktı, dereden tepeden konuşmaya başladı. Camideki cemaat azlığından söze girdi, “milleti gaza getiren hocalardan olsa böyle olmayacağını” söyledi. Tam bir geyik tonunda… Yarım saati öyle doldurdu.

Dedim camiye yazık, Cumaya yazık, kendim dahil o şahsı dinlemek zorunda olanlara yazık. (Bir gün “Caminin izzeti” üzerine bir yazı yazacağım.)

Sonra bir link geldi. Fatih Okumuş’tan. Fikir Coğrafyası isimli sitede yayınlanmış yazısının linki. Diyanet’in hutbelerini değerlendiriyor. “Muhabbet zor zanaat” başlıklı sımsıcak yazının “İğneyi de, çuvaldızı da” ara başlığını taşıyan bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Dilerim “Hoca camiası” bu işlere biraz bu pencereden bakar. İşte o yazı:

İğneyi de, çuvaldızı da

“Bu satırların yazarı bir İlahiyat fakültesinde öğretim üyesi, zaman zaman Diyanet’le yolları kesişen, çoğu zaman Cuma hutbesine çıkarılan, insanların kendisine hoca diye hitap ettiği bir gariptir. Öyle olunca çuvaldızı da iğneyi de kendine yani Diyanet’e, İlahiyat’a batırmak ister.

Buradan bakınca Diyanet’in son aylardaki ses getiren hutbeleriyle tam da laik ve demokratik bir üslup sergilediği görünüyor. Ancak hemen belirtmeliyim ki bu üslup Rahmeten li’l-Alemin, Seyyidü’l-Mürselin Muhammed Mustafa’nın üslubunu andırmıyor.

Müminlerin annesi Hz. Aişe (ra) şöyle buyurur:

"Resulullah (sav) eğer davetinin başında içki ve zinayı terk edin deseydi; Araplar biz ne içkiyi ve zinayı terk ederiz, ne de Muhammed’in dinine gireriz derlerdi.”

Allah’ın Elçisi (sav) “La ilahe illallah deyin, kurtulun!” buyuruyordu. Onun Mekke-i Mükerreme’deki daveti bu tek cümleden ibaretti. Zira bu kelimeyi söyleyenler Hz. Muhammed’e tabi oluyorlardı.

Resul-i Ekrem (sav) bir defasında Hz. Aişe’ye “Kavminin İslam ile ahdi taze olmayaydı; Kabe’yi yıkar; atam İbrahim’in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim” buyurmuştu. Çünkü Hz. Muhammed’in gençliğinde fırtına, sel, yangın nedeniyle Kabe harab olmuş; yeniden yapılırken malzeme kıtlığından aslına göre daha küçük yapılabilmişti.

Muaz bin Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken ona ve yardımcısına insanları öncelikle İslam’a davet etmelerini, bunu kabul ederlerse namazı öğretmelerini, onu da başarırlarsa Ramazan ayında orucu, sonra zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere zekâtı, nihayet ömürde bir kez olmak üzere yol bulanların beyti haccetmesini duyurmalarını talim ettikten sonra şöyle buyurmuştu: “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!”

Şimdi elimizi vicdanımıza koyup kendi kendimize söyleşelim: Ses getiren hutbeler acaba bizim nefsimizi mi okşuyor? Bize ötekileştirdiğimiz toplumun diğer bir kesimine karşı zafer duygusu mu veriyor? Biz insanları camiye çekecek işler mi yapıyoruz; yoksa camileri boşaltmaya mı çalışıyoruz?

Sultanahmet ile Ayasofya arasındaki meydanda bir Ramazan’da mesela bir Anadolu Rock konseri mi yapsak teravih namazını müteakip? Cem Karaca’dan “Allah yâr!” söylense… Barış Manço’dan, Sezen Aksu’dan ilahi tadında şarkılar… Sonra bir genç çıksa Mevlid-i Şerif’ten Merhaba bahrini cover yapsa…

İnsanlar bizim sözümüzden ve söylemimizden rahatsız oluyorsa dönüp bir de kendimize baksak ya… Muhabbet zor zenaat azizim. İğneyi de çuvaldızı da kendine batıracaksın yolun daha en başında.

Davetçiyiz, kadı değil!

Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat (ö. 6 Ekim 1981) ülkenin meşhur hatibi Şeyh Kişk’e şöyle serzenişte bulunmuştu:

"Hocam, ne sen Musa’dan hayırlısın; ne de ben Firavun’dan daha fenayım. Cenab-ı Hak Hz. Musa’ya Firavuna yumuşak söz söylemesini emretti. Sen de bana karşı biraz yumuşak söz söyleyemez misin?”

Diyanetimiz bir karar vermeli: Davetçi miyiz; kadı mı? Davetçi isek her konuda, her ortamda, herkese güzel sözü söyleme hakkımız ve ödevimiz var. Kadılığa soyunursak toplumsal huzuru da bozabiliriz, laiklik ilkesini de ihlale düşebiliriz, Avrupa Birliği değer ve normlarıyla da çatışabiliriz, insan hakları ve cinsiyet eşitliği duvarlarına da toslayabiliriz.

Cami şeriat kapısıdır. İnsanları bu kapıdan kovmayalım. Bu kapıyı cazip hale getirelim. Daha bunun dört kapısı kırk makamı var.

Cami kapısına “Sen de gel, sen de gir!” yazalım. Camdan bir cami yapalım, içine girme cesareti bulamayanlar da seyretsin namaz gibi bir güzelliği.

Batı toplumları kiliseden uzaklaştı, biz camiye yakınlaşalım.

Allah’ın kullarını Allah’ın evinden, camisinden, hutbesinden soğutmayalım ya Huu. Dağarcığımızda hiç mi güzel söz yok! İslam’ın evrensel mesajları bu çağa neler söylüyor? İnsanlar heyecanla beklese önümüzdeki Cuma hutbesini. Cuma hutbeleri ruhlarımızı tamire vesile olsa… Günahlarımızın döküldüğünü hissetsek her Cuma. Camiden arınmış, yunmuş çıksak her hafta… (https://fikircografyasi.com/makale/muhabbet-zor-zenaat)

Her hafta hutbe hazırlamak zor oluyorsa 52 isim belirleyelim her yıl. Bir öğretmen, bir sanatçı, bir şair, bir diplomat, bir vali, bir belediye işçisi, bir müzisyen, bir hukukçu, bir hekim, psikolog hutbe yazsın. İmamlarımız bu hutbelere kendilerini de katarak minbere çıksın. Hatta 1500. Mevlid-i Nebi yılında hutbelerimizi kadınlar yazsın. Bir yıl boyunca kadınlar tarafından kaleme alınmış hutbeler dinleyelim kubbelerde.

Söz Yunus’la açıldı, Yunus’la hitama ersin:

Bir kez gönül yıktın ise
O kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil!”

https://www.karar.com/yazarlar/ahmet-tasgetiren/diyanet-igneyi-cuvaldizi-kendisine-batirirsa-1604974