Yıldıray Oğur


Hac yasağı nasıl komünist ve Kürt korkusu ile aşıldı?

1947’ye kadar Türkiye’de hacca gitmenin gayriresmi olarak yasak olduğunu 2025’de söylemenin hala atlatma haber olması bunu gösteriyor. Konuşulamamış, konuşulamayan ama etkileri süren travmalar bunlar.


Murat Bardakçı’nın bayramda Habertürk’te çıktığı programda tek parti döneminde dini yasaklarla ilgili söyledikleri tartışılıyor.

İktidar, CHP’nin üzerine yüklenirken Bardakçı eski defterleri karıştırmakla, iktidara malzeme vermekle suçlanıyor.

Bardakçı’nın eski defterleri karıştırması tuhaf olmasa gerek, kendisi tarihçi.

İktidar ile iyi ilişkileri bir tarafa, bir yakın dönem Türkiye tarihçisinin tek parti CHP’sinden bahsetmesi de siyasi bir tercih değil, mesleki zorunluluk.

Üstelik tarihin o dönemini konuşmak eskisi kadar kolay değil, çünkü zaman geçtikçe tarihi olamamış, mesafe alınamamış, konuşma harareti geçmemiş, daha da kutsallaşan ve dokunulmaz hale gelen bir dönemden bahsediyoruz.

O anlamda Bardakçı’nın yaptığı cesurca.

1947’ye kadar Türkiye’de hacca gitmenin gayriresmi olarak yasak olduğunu 2025’de söylemenin hala atlatma haber olması bunu gösteriyor.

Konuşulamamış, konuşulamayan ama etkileri süren travmalar bunlar.

“Ne gerek şimdi bunları konuşmaya”, “yetmedi mi mağduriyetiniz” dışında bu bilgiye itiraz edenler, “döviz kıtlığı vardı, yollar çok güvensizdi, yasak değildi yoksa hac” diyorlar.

Ama biraz dönemin gazetelerini karıştırıp, arşiv belgelerine bakınca bu mazeretlerin de hiç açıklayıcı olmadığı görülüyor.

Ortada bir siyasi tercih olduğu çok açık.

Bu tercih de Cumhuriyet’in daha fakir ve daha güvensiz ilk yıllarının bir tercihi değil.

Henüz anayasada “Devletin dini İslam’dır” yazan, ülkenin ekonomik olarak savaştan yeni çıktığı 1924’de Arap ülkelerindeki asayişsizliklerle ilgili bir Dâhiliye Vekâleti ile Hariciye Vekâleti arasındaki yazışmada, hacca gitmek isteyenlere engel olunmayacağı ve ihtiyaçları olan dövizlerin verileceği vurgulanmıştı.

(Kaynak: Emrullah Öztürk, Tek Parti Dönemi'nde Hac Sorunu ve Çok Partili Döneme Geçişte 1947 Yılı Haccının Çözümlenmesi.

https://www.academia.edu/118543698/Tek_Parti_D%C3%B6neminde_Hac_Sorunu_ve_%C3%87ok_Partili_D%C3%B6neme_Ge%C3%A7i%C5%9Fte_1947_Y%C4%B1l%C4%B1_Hacc%C4%B1n%C4%B1n_%C3%87%C3%B6z%C3%BCmlenmesi#loswp-work-container)

1928’de “Türkiye Devleti’nin dini İslâm’dır” hükmü çıkarıldıktan sonra bile hac ile ilgili engelleyici bir düzenlemeye gidilmemişti.

Türkiye’den hacca gidişi fiilen yasaklayan düzenleme, 1929 Ekonomi Buhranı’na karşı çıkarılan “Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkında Kanun” oldu.

Kanunla yurtdışına gitmek isteyenlerin döviz alması Maliye Bakanlığı’nın iznine bağlandı.

Banka hesabındaki Türk parasını dövize çevirmek de yasaklandı.

Düzenleme doğrudan hac ile ilgili değildi ama hacca gitmek için gereken dövizi almak izne bağlandı.

Daha sonraki yıllarda işinsanlarına, öğrencilere, bürokratlara yurtdışına çıkış için döviz almalarını kolaylaştıran düzenlemeler yapıldı ama hacca gitmek isteyenler için herhangi bir düzenleme yapılmadı.

Yani Türkiye’den birinin hac için resmi yollarla yurtdışına gitmesinin hukuki bir mekanizması ortadan kalktı. Hatta bir başvuru mercii bile kalmadı.

Böylece fiilen Türkiye’den hacca gidiş yasaklanmış oldu.

Ama aynı 29 krizinden etkilenen diğer Müslüman ve Batılı ülkelerden, aynı “güvenli olmayan” yollardan hacılar Mekke’ye gitmeye devam ettiler.

Türkiye dışında benzer bir yasağı uygulayan ülke olmadı.

Yine aynı yıllardaki döviz kıtlığı Türkiye’den Avrupa’ya ve Amerika’ya gidişleri de engellenmedi.

Peki, 1930’dan sonra Türkiye’den hacca kimse gitmedi mi?

Sahte pasaportlar çıkarıldı, el altından döviz bulundu, sınır kaçak olarak geçildi ve az sayıda insan yasadışı yollardan hacca gitmeye devam etti.

Bu kaçak haclarda daha fazla döviz harcandı, insanlar hayatlarını riske attılar ama buna rağmen devlet vatandaşlarının talebini karşılamak için herhangi bir adım atmadı.

1929 yılında Türkiye Suudi Arabistan’ı resmen tanımasına ve diplomatik ilişkiler kurulmasına rağmen, hac için özel bir anlaşma yapılmadı.

(Aktaran: Öztürk, a.g.e)

O yıllardaki durumu Selamet gazetesindeki bir hatıra çok iyi anlatıyor:

1945 yılının sonlarında Orta Şarkta yaptığım seyahat sırasında bir gün Kahire'de bir dostumun evinde iki Türk vatandaş ile karşılaşmış ve söz arasında Mısır'da ne yaptıklarını sormuştum. Anlattılar:

“Hac farizasını ifa için Mekke-i Mükerremeye gitmiştik. Memlekete dönüş yolunda Mısır'a uğradık, şimdi de memlekete dönüyoruz.”

Allah kabul etsin! dedikten sonra sordum: Sizden başka Türk var mıydı?.. Cevap verdiler:

“Vardı, hem de çok şükür binden fazla Türkiyeli Türk hacca iştirak etmişlerdir.”

Tekrar sordum: Peki bunlar nasıl gidebilmişler?

Muhataplarım biraz durakladılarsa da durumu şöyle anlatmışlardı:

“Herkes bir çaresini bulup işini yoluna koyuyor, kimi hac mevsiminden aylarca evvel memleketten çıkıyor, dönüyor dolaşıyor ve birçok güçlüklerle savaşarak bu dini borcunu ödüyor. Kimi memleketten kaçıyor, komşu bir memlekette sahte bir nüfus tezkeresi uyduruyor, o sahte nüfus tezkeresi ile yabancı pasaport alarak yolculuğunu yaptıktan sonra bunları imha ediyor ve bir çaresini bulup geri dönüyor. Elhasıl yığın yığın paraların telef olmasına, yığın yığın eziyetlerin çekilmesine sebep olan bir vaziyet!.. Normal şartlar içinde birkaç yüz liraya yapılabilecek olan bu iş vatandaşların her birine hem binlerce liralara hem sıkıntılı maceralara ve eziyetlere maloluyor.”

(Aktaran Öztürk, a.e)

1930’dan 1947’ye kadar Türkiye’den hacca kaçak olarak gidilebildi.

Yani Murat Bardakçı doğru söylüyor.

Peki 1947 yılında ne değişti?

1947’de CHP tek parti yönetimi, gelmekte olan DP’ye karşı din açılımı yaptı.

İlhaiyat kökenli Şemsettin Gülaltay, başbakan olarak atandı, ilk imam hatipler açıldı, bazı türbelerin ziyaretine izin verildi.

Açılımlardan biri de hacca gideceklere döviz izni oldu.

Adı konulmamış yasağın kalkmasının arkasında bir dilekçenin büyük etkisi olmuştu

1946 yılında CHP Genel Merkezi ve İçişleri Bakanlığı’na dilekçeyi yazan kişi bir gazeteciydi.

Kadri Kemal Kop, hem milliyetçi fikirleri olan bir gazeteciydi, hem de dünyadaki Kürtçe haberleri izliyor ve devlete bilgi veriyordu. Yazdığı kitaplarda Kürtlerin Türk olduğunu hararetle savunuyordu.

Kop, hangi motivasyonla olduğu bilinmez, 1946 yılında “Irak veya Suriye bölgesinden Kürtçe yayın yapan bir radyodan duyduklarını CHP Genel Sekreterliğine ve İçişleri Bakanlığı’na” bildirmişti.

Biraz uzun bir alıntı yapacağız bu ilginç dilekçeden.

Çünkü Türkiye’de genel olarak sorunlara ve vatandaşa bakış açısıyla ilgili bugüne kadar süren güvenlikçi, endişeli zihniyetin klasik bir örneği:

rrr.jpg

“Evvelki gün saat dört buçukta, Irak veya Suriye’den Kürtçe yayın yapan bir radyo, bu seneki Hac hakkında aşağıdaki bilgiyi verdi :

‘... Sayın dinleyicilerim, " Bu yılın Hac mevsimi, çok kalabalık ve rağbetli olmuştur. Her taraftan koşup Hicaz'a gelen yüz bine yakın Hüccac, büyük bir emniyet içinde dini vazifelerini yerine getirerek, memleketlerine dönmüşlerdir . Bunların bir kısmı da henüz dönmektedirler. Bu arada Türkiye'den de bin beş yüzden fazla Hасı gelmiştir. Altı harp senesinden sonra Madağaskar'dan ilk defa kelen hacılar için Fransızlar vapur, Rusya'dan gelenlerin bir kısmı için Ruslar uçak tahsis etmişlerdir. Suriye, Lübnan, Mısır, Irak, Hicaz, hükümetleri, bu Hacıların emniyet ve rahatla gelip dönmeleri için gereken her türlü tedbiri tam bir surette almış bulunuyordu.’

“Bu hac meselesi hakkında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu 'da bu senenin Ağustos ve Tenmuz aylarında yaptığım tetkiklerden ve burada müşahede ettiğim veya duyduğum bazı olaylardan dolayı intiba ve düşüncelerimi, arzetmeği faydalı buldum.

Türkiye’den bin beş yüz Hacının bu sene Hacca nasıl gittiğini, veya bu rakamın doğru olup olmadığını incelemeden evvel, şunu arz edeyim ki, öteden beri muhafazakâr ve eski tabirle "mütedeyyin" bulunanları çok olan doğu ve Güneydoğu Anadolu illeri halkından bir çokları daha küçük yaşta iken, Hacca gitmeği kafalarında idealize ederler ve sonra da servetleri buna imkân verdiği gün bu maksatlarının husülüne çalışırlar. Bütün idare âmirlerimiz de tasdik ederler ki, İnkılabın başından beri bu halin önüne geçilememiştir.

Onlar hülasaten şöyle düşünüyorlar:…" Lâyık Devlet, beni camie gidip ibadetten, oruç tutmaktan men etmiyor. Hatta layık olduğu söylenen Fransa bile Kudüs’e gelen tabasını, buraya gelmekten men'etmiyor. Üstelik türlü kolaylıklar gösteriyor. Binaenaleyh, benim hükümetimin de bu dini vazifeden men'etmemesi gerektir. Ve bir kısım halk ar arasında da şu misaller ileri sürülmektedir : “Rusları dinsizlikle itham ediyoruz; Fakat Ruslar bile, Hacca gidecek Müslümanları, uçakla getirip tekrar memleketlerine götürmektedirler.”

Bu üç çeşitli propaganda, memleketin muhtelif taraflarında ve bilhassa doğu ve Güneydoğu Anadolu’da nazarı dikkati çeker. Şüphesiz ki, ne Fransızların Hacca gidenlere kolaylıklar sağlaması, ne Rusların uçak tahsisi, ne de bizim bu husustaki men'edici tedbirlerimiz, yeni olmadığı için bazılarınca malumdur. Ancak derlenip toparlanarak… vatandaşlarımızın kafalarında bir takım menfi kanaatların husulüne sebep olmaktadır. Bu menfi fikir ve kanaatlerin da nereye müteveccih olacağını tayin etmekte de pek o kadar güç olmasa sanırım.

Bir taraftan da kendilerinin şu veya bu türlü propagandaların tesirleri altında bırakılmaktadır. Komünistlerin de Suriye ve Güneyde geniş çalışmaları olduğu malümdur.

Bunun neticesi, mesela bin liraya yapılabilecek bir 1ş, sahibine en az iki bin liraya mal olmaktadır ki bu da onun gördüğü müşkilati ihdas eden kuvvetin, yani iktidar partisinin ve onun hükümetinin aleyhine tefsir edilmektedir. Üstelik dış memleketlerde çeşitli propagandalarla zehirlenip gelenlerin duygularında husule gelen değişiklik de dikkatle mütalaası gereken bir konudur.

Bunun önüne geçmeğe de bugünkü şartlar dahilinde imkan yoktur; Su halde hadiseyi C.H.P.’nin lehine ve sevgisinin artırılmasına olarak halletmek kabil değil midir? Şüphe yoktur ki, bu yolun yolcusu bulunanlar, İstiklal madalyasını taşıyanlara benzerler: Zamanla ve nihayet bir müddet sonra belki bu temayüldeki insanlardan da eser kalmıyacak artık ne hacca gidecek ve ne de hacı ortada görülmiyecektir.”

Dilekçenin gönderildiği Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, görüşünü ertesi yıl Başbakanlığa bildiren bir yazı yazdı.

rrrr.jpg

Bu yazıdaki alttan alan dil de dönemi iyi anlatıyor:

“Ramazan’ın gelmesiyle hususi veya resmi surette bir çok vatandaşlar Başkanlığımıza da baş vurarak Hac farizasını kolaylıkla ifa hususunda tavassutumuzu rica eylemektedirler. Biz, kendilerine sadece şu cevabı veriyoruz: Hükümet, Hacca gitmeyi yasak etmiş değildir.

Cumhuriyet Hükümetimizin bu mühim mevzuu da ele alarak vatandaşların memnun edecek, Hacca gitmek isteyen bir Türkün huzur ve emniyet içinde gidip gelmesini ve gittiği yerlerde himaye görmesini sağlayacak bir şekilde halletmesi çok hayırlı olacağını sanırım.

…düşmanların menfi propagandalarında söylediklerinin aksine olarak; Türkiye Hukümetinin halkın dinì itikatları ve vicdani ihtiyaçları ile mücadele halinde bulunmadığını bütün dünyaya anlatış olmak bakımından yerinde bir tedbir olacağı kanaatindeyiz.”

1947 yılında CHP Kurultayı’nda ciddi bir laiklik tartışması yaşandı ve parti dini özgürlükler konusunda açılım yapma kararı aldı.

Türkiye’den hacca gidişin önünü açan karar da bu açılımın bir parçasıydı.

Yine doğrudan haccın geçmediği bir kararla hac serbest kaldı.

Recep Peker hükümeti, 26 Mayıs 1947’de Türk Parasını Koruma Yasası’nda bazı değişiklikler yaptı, “yurtdışı seyahatleri; sağlık sebepleriyle yapılacak seyahatler, ticari sebeple yapılacak seyahatler ve diğer seyahatler “diye üç kategoriye ayırdı.

Böylece haccın “Diğer seyahatlar” içerisine girmesi mümkün oldu, hac için döviz izninin önü açıldı.

Kararların hiçbirinde hac kelimesi geçmedi. Hatta gazeteler hac serbest kaldı haberi bile yapmadılar.

Dönemin hükümeti fiili yasağı bu şekilde kaldırmak dışında herhangi bir hac organizasyonu yapmak, uçak-gemi gibi bir taşıt ayarlamak, başvuru almak gibi bir işe girişmedi.

Hacılar, Cidde’ye özel firmalara ait şilepler ve vapurlara Ulaştırma Bakanlığı’nın verdiği izinlerle gittiler.

Biraz daha fazla parası olanlar Panamarikan hava yollarının hac için İstanbul’dan Cidde’ye uçurduğu 20 kişilik Douglas uçaklarıyla seyahat ettiler.

(Kaynak: Ömer Faruk Kırmıt, 1947 Yılında Hac İbadeti ve Türk Basınında Yansımaları. 2025. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/4282415)

1947 yılında hac için döviz alan kişi sayısı 25 bini geçmişti. O yıl hacda toplam 150 bin kişi olduğuna göre Türkiye’den yıllar sonra gelen hac iznine büyük ilgi olduğu anlaşılıyor.

Yıllar sonra hacca gösterilen bu ilgi dikkat çekici bulunmuştu.

Ünlü profesör Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, o günlerde Cumhuriyet’te yazdığı yazıda şaşkınlığını ve üzüntüsünü anlatmıştı:

er.jpg

“Bir çeyrek asırlık ömrü olan nesil, hac ile hacılığa dair bir şey bilmezken, birdenbire 1947 senesi matbuatındaki havadis karşısında afalladı. Kendisinin belki de Amerika sevdasının yanında babasının Hicaz yolculuğuna “bu da neden?”der gibi oldu. Mektepteki kitapların hiçbirinde, gazete ve mecmuasının hiç bir sahifesinde bilgisine rastlamadığı bir iş için Cumhuriyet hükümetinin döviz dağıttığına dair müsaade onu daha ziyade şaşırtmış olmalıdır.”

“Hicaz yolculuğuna çıkanların çokluğu dikkati çekiyor. 1914’den evvelki Türkiye’den hacca gitme işini müşahede etmiş yaşlı bir dostum o zamanlar böyle bir tecahümün vaki olmadığını söyleyince hayret ettim… kambiyo dairelerinin önü döviz müsadesi isteyenlerle dolup taştı, dairenin başka işleri haftalarca geri kaldı. Acaba bu tecahüöm neden?

Türkiye’nin her tarafından, yalnız eski nesil mensupları arasından değil, nisbeten yeni olanlar arasında da Hicaza gitme sevdası varsa , bu sevdanın mesuliyetini yirmibeş senelik dini terbiye ihmalinde aramalıdır.

“… dinin emrettiği bütün feraizeler sanki ifa edilmiş, iş nihayet dinin ‘ulu’su olan muhterem bir şahsiyetin mezarını ziyarete mi kalmıştır? Memlekette ne Hac müessesesinin mahiyeti ne de bu ziyaretin taşıdığı manayı deruni murakabe ile yerinde oturarak düşünmenin daha hayırlı olduğunu hatta böyle bir murakabeden Hazret-i Muhammed’in ruhunun daha ziyade şâd olacağını telkin eden bir halk ve gençlik irşadı mevcud olmadığı için iptidai bir objektivizm, dini ruhiyatımıza daha çok hakim olmaktadır. Türk Müslümanlığı, garplı Hıristiyanların Kudüs’ü ziyaret ihtiyacından vareste kılan dini ruhiyat istihalesine şiddetle muhtaçtır.”

Bu iznin laikliğe aykırı olduğunu yazanlar, oraya gidip Arap propagandasına maruz kalacak hacıların beyninin yıkanacağını anlatanlar, ülkenin dövizlerinin Bedevilere gideceğini söyleyenler…

 

Ama anlaşılan tüm bu endişelerden daha büyük bir endişe iktidarı hacca izin vermeye ikna etmişti:

 

Seçim korkusu…

 

Fakat en az onun kadar Kadri Kemal Kop’un dilekçesinin devleti adım atmaya ikna etmesinden anlaşıldığı üzere Sovyetlerin hacca gidecek vatandaşları için uçak kaldırmasının komünizm propagandasına vesile olması ve Kürtlerin hac talebi, Suriye’deki Kürtçe radyolardan yapılan yayınların yarattığı endişeler de CHP yönetimini ikna etmekte etkili olmuştı.

 

Haccın bu bilinmeyen 17 yıllık yasak tarihi, bugünkü siyasi kutuplaşmanın kökenleri hakkında da merak edene çok şey söylüyor.

 

Neden herşeye rağmen AK Parti’ye oy verenler var, neden hala CHP’ye sandıkta eller gitmiyor ve AK Parti ve hatta DEM Parti nasıl tarihi travmalar ve fay hatları üzerine oturuyoru yakın tarihi karıştırmadan anlamak mümkün değil.

 

Üzerlerine hiç konuşmadan da bu meseleler geçmiş, gitmiş, artık deşilmemesi gereken eski mağduriyetler olamıyorlar.

 

“Yine mi açtınız eski defterleri” diyenler, bu defterlerin düzgün bir şekilde hiç açılmadığını unutuyorlar.

 

2025 yılında televizyonda söylendiğinde bile hala yeni bir tartışmaya neden olabilen, pek çok kişinin ilk kez duyduğu kadar güncel bir meseleden bahsediyoruz.

 

Yani konu hiç de tarihi değil. Bayağı günlük siyaset bile sayılabilir…