Yüksek alnının saçla birleştiği yerde, başına bağladığı tülbendinin uçlarından sarkan rengarenk kendi eseri el işi bahar dallarını andıran çevre oyası…
Sarı benizli, burnunun üzerinde bir nakış gibi duran il yarası (şark çıbanı), üzüm karası iki iri siyah gözü belirginleştiren kara kaşlarıyla zayıf, uzun boylu annem…
Küçüklüğünde geçirdiği romatizma sonrası kalp kapakçıklarında meydana gelen rahatsızlık çok genç yaşta kalp yetmezliğine ve bilinmeyen bir hepatit ise siroz nedeniyle karaciğer yetmezliğine sebep olmuş. Bunu çok geç öğrenmiştik aile olarak.
Zaman zaman nükseden hastalığı dolayısıyla, köye ailesinin yanına hava değişimi denilerek gitmesi ve çocuk aklımca sıraladığım sorular, sorular, sorular...
Doğu Anadolu’nun en güzel illerinden biri olan Elazığ’da yaşıyorduk. İlimizin imkânları diğer illere göre fazlaydı. Doktor, hastane sıkıntısı çekmiyorduk. Fakat bazı hastalıkların teşhisi ve tedavisi zordu o dönemlerde. Verem, kalp ve karaciğer yetmezliği; kanser gibi tedavisi zor olan hastalıklardandı.
Anneme tekrar dönersem; ilkokula yeni başlayacaktım, siyah saten kumaş almıştı. Bana önden kapaklı ve çift sıra düğmeli, arkası kuşaklı, iki büyük yan cep ve göğsünde bir mendil cebi olan çok güzel bir önlük dikmişti o eski tip ayaklı singer makineyle. Usta bir terziydi.
Elimden tutarak okula götürdüğü günü unutamam. Namık Kemal İlköğretim Okulu dersliğine bırakıp döndüğünde ben ondan önce eve gelmiştim.
Kaçmıştım okuldan.
Gülerek başımı okşadı ve “tamam oğlum, öğleden sonraki sınıfa veririm seni” dedi. Hâlâ daha o ellerindeki enerjiyi en üzgün anımda saçlarımda hissederim.
Bu teslim ve kaçma altı gün sürdü. Cumartesi günü (o zamanlar yarım gün ders vardı) ilkokullu oldum. O gün beni okula, bugün aile büyüğümüz olan tıp fakültesi öğrencisi Özer abim bırakmıştı.
Sürekli kaçtığım okulu o gün sevmiştim, rahmetli öğretmenim İzzet TOPAL sayesinde…
İlkokul hayatımı kısmet olursa bir başka yazımda anlatırım.
1970 yılı ortaokula başladığım ve kravatımı babamın takıp, gömlek yakamı düzelttiği ve Hurrem ustanın diktiği takım elbisemin ceketini eliyle düzeltip okula kadar bana refakat edişi an gibi gözlerimin önünde.
Babam; ilk defa benimle okula geliyordu ve bir de 1977 yılı Harp Okulu ikinci sınıftayken. Son defa…
İşte o 1970-1977 yılları arasında Sezai KARAKOÇ üstadımızın dediği gibi;
Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde,
Anne ölünce,
Çocuk.
Hacettepe Hastanesi’nde açık kalp ameliyatı sonrası karaciğer komplikasyonuyla vefat etmişti annem.
Cenazesiyle birlikte gelen bavulunda; el işi bitmiş iki kazak ve yarısı örülmüş üçüncü kazak. Biz üç kardeştik ve her birimize bir kazak örmüştü. Üçüncüsü için biten ipi sipariş etmiş ve ip eline ulaşamadan bu dünyadan göçüp gitmişti (sipariş ettiği ipi götüren şapkacı Abdullah amca ağlayarak anlatmıştı).
Birlikte ağladık Abdullah amcayla tam kırk yıl sonra…
İşte çocuklarını bu denli seven annemi kaybettiğimi;
Yılmaz GÜNEY’in Kara Peçe filmini izleyip, sinemadan döndüğüm bir akşam üzeri öğrendim, kapımızın önündeki kalabalıktan.
Kardeşimin elinde bir çubuk yoktu, fakat bir ip ve ipe bağlı balon vardı.
Ve o balonu çekiştirirken tüm acısını o balona yükler gibiydi.
Yedi buçuk yaşındaydı ve ölüm onun bilinmeziydi…
Dünyayı ve acıları bana bırakıp gitmişti.
Bense, yüreğimde çaresizliğin öfkesine annemi gömdüm…
“Seni sevmiyordum ki” dedim ve tekrarladım defalarca.
Toprakta kar üzerinde karlar vardı ve karlar üşüyor, ağlıyorlardı.
Arkamızdaki direk üzerinde sahibini bekleyen bir leylek yuvası ve altında…
Yuvalarına annelerini bekleyen üç kardeş…
Dedemlerin köy evinin alt katında, hastaneden gelen tabut açıldığında; saçlarına iliştirilmiş bir gülden bize gülümsemesini görmezden geldim annemin…
Ta ki…
Gara Erük Çağala türküsünü dinleyene kadar.
Zannetmek acılardan kaçmanın en kolay yolu olsa gerek, ya da örtmek gerçek duyguları. Korumaya almak kendini, tıpkı canın yandığında uykunun kollarına teslim olduğun gibi. Düşünceler, rüzgârın önündeki bulut misali damla olup dökülmeyi bekler. Yüreğinin bir yerinde depreşir, kabuğunu yırtan bir filiz misali kökleşir ve meyveye dönüşür. Bazen çok acıdır yakar, kavurur. Hiçbir kaynak (su) bu yangını söndürmeye yetmez. Bağrında yanan 40 mum gibidir, sırayla her gün biri yanar. 40'ıncı mum da bitti sanırsın amma bir bakış, bir gülüş ya da bir türkü harlayıverir ateşi ve mumu...
Tekrar yanıverir. Seni yakar ha yakar. O zaman anlarsın ki Gara Erük Çağala yüreğindeki 40 mumdur ve yüreğine yorgan yaptığın öfken sevgindir.